bugün

sevdiği entry'ler

can alıcı şiir dizeleri

senin bir tek suçun sevilmek değil,
aklımı başımdan alan da sensin.
maksadım sabahı beklemek değil,
uykumu gözümden çalan da sensin.

sabahı beklemek ne zor bir bilsen,
neleri görürdün dünya'ma girsen.
neyi dert ettiğimi bir bana sorsan,
içimde dert olup kalan da sensin.

bir bilseydin içimdeki kaygıyı,
şu ömrüm dolmadan bulsam sevgiyi.
yıllar önce katbettiğim duyguyu,
içimden çıkarıp bulan da sensin

tfln.

cemilenin hikayesi

20. yüzyılın ortalarında Fransız sömürgeciliğine karşı verilen Cezayir bağımsızlık savaşına binlerce kadın katıldı ancak, katılan erkekleri yazan eril tarih kadınları unutturmak için özel bir çaba sarf etti. 20 yüzyılın en önemli bağımsızlık mücadelecilerinden olan Cemile’nin hikayesi, 1930’da, Cezayirli bir yöneticinin Fransız temsilcisine hakaret etmesi sonucu Fransa’nın ülkeyi işgal etmesi ile başladı.
Takip eden beş yıl içinde ülkenin verimli topraklarına el konuldu ve Fransız yerleşimcilere tahsis edildi. Cemile 1935 yılında Cezayir’de doğdu ve orta-sınıf bir ailenin çocuğu olarak yetişti. Çocukluk ve gençlik yıllarında ülkesi işgal altındaydı.

Cemile henüz 10 yaşındayken 1945 yılında Fransa II. Dünya Savaşı’nın sona ermesini fırsat bilerek Setif’de Cezayirlilere karşı büyük bir katliama girişti. Tarihe ‘Setif Katliamı’ olarak geçen bu kara gün, Cezayir halkının bağımsızlık arzusunu daha da alevlendirdi. Özellikle bu katliamdan sonra çoğunluğu öğrenci kökenli olan Cezayirli gençler Ulusal Kurtuluş Hareketine (FLN) katılmaya başladı.
Cemile’nin ilk isyanı da sömürgeciliğin asimilasyon politikasına karşı oldu. ilkokulda her sabah okutulan ‘Annemiz Fransa’ marşını ‘Annemiz Cezayir‘ diye okuduğu için okuldan uzaklaştrıldı. “Ömür boyu hapistense ölüm infazı daha özgürleştirici bir seçenektir” diye işgalciye meydan okuyan Cemile ilk gençlik yıllarında bağımsızlık savaşçılarına katıldı. FLN’nin ‘fedailer’ grubunda yer alan Cemile istihbarat dahil bir çok alanda önemli görevler üstlendi.
Cezayir’deki bağımsızlık mücadelesine Fransa’nın sömürgesi altındaki ülkede 800 binden fazla yerleşim yeri yakıldı ve iki buçuk milyon insan savaş sonucunda yerlerinden edildi, bir milyondan fazla kişi ise bağımsızlık savaşında yaşamını yitirdi. “Ülkemin her çocuğunun feryadı benim feryadımdır” diyen Cemile, sömürgeciliğe karşı verilen direnişte hep ön saflarda yer aldı. FLN savaşçısı olan Cemile, bir Fransız lokantasına bomba yerleştirmekle suçlandı ve 1957 yılında yaralı halde tutuklandı. “Cezayir’de bir kadın kahraman yaratmak istemiyorum” diyen Fransız hakim, Cemile ile gizli bir görüşme yaparak, “Doktor kontrolünde sana akıl sağlığının yerinde olmadığı raporu verelim serbest bırakalım” teklifinde bulundu. Bunu şiddetle redettiğinde ailesiyle birlikte 23 gün ağır işkenceye maruz bırakıldı. itirafa zorlayan Fransız askerlerinin sorduğu soruları yanıtsız bıraktığı için tecavüze uğradı, cinsel işkenceye maruz bırakıldı.

Simon De Beauvoir, Cemile’nin hikayesini kaleme aldığı yazısında, “Bir kadının bedenini savaş aygıtı haline getiren ülkemden utanıyorum. Cemile’ye şiş ve copla tecavüz eden askerler beni savunuyor olamaz. işgali ve sömürgeciliği sürdürmek için ben Fransız vatandaşı olarak hiç bir postala yetki vermedim. Ben işkencecilerin yanında değilim, kız kardeşim Cemile ile birlikte Cezayirliyim” diyordu.

Mahkemeye çıkarıldığında uğradığı işkenceleri anlatan Cemile Fransızlara şöyle meydan okumuştu: “Hakim: Sen bir Fransızsın
Cemile: Hayır ben Cezayirliyim
Hakim: Sen bir suç örgütü üyesisin
Cemile: Ben direniş örgütü üyesiyim
Hakim: Sen bir suç işledin
Cemile: Hayır sadece işgalci hainlere haddini bildirdim…” iki ayrı bombalı eylemle suçlanan Cemile hakkında giyotinle idam edilmesi kararı verildi. Mahkeme salonunda karar açıklandığında yakınları ağlamaya başladı ancak Cemile hakimin gözlerinin içine bakarak kahkahalar atmaya başladığında herkes şaşkında döndü. Ardından meydan okuyan şu sözler söyledi: “Bizi öldürmekle Cezayir’in bağımsızlığına kavuşmasını engelleyemeyeceksiniz.”

Dünyanın dört bir yanında cezasının kaldırılması için kampanyalar başlatıldı.
Modern feminizmin en önemli teorisyenlerinden Fransız filozof ve yazar Simon De Beauvoir ‘Kadınlığımın Hikayesi’ adlı otobiyografik eserinde Cemile’nin hikayesine yer verdi
ve hakkında verilen cezanın kaldırılması için başlatılan kampanyalarda aktif yer aldı. Kamuoyu baskısı nedeniyle Cemile’nin idamı 1958 yılında müebbet hapse çevrildi, 1962 yılında Cezayir’in bağımsızlığına kavuşmasının ardından ise serbest kaldı. Bağımsızlığın ardından kadınlar için çalışmalar yürüten Cemile, ülkesindeki iktidarların uygulamalarını ütopyasından uzak bulduğu için bir süre sonra siyasetten çekildi.

Hayatı ‘Cezayirli Cemile’ adıyla filme çekilen Cemile hakkında bir çok biyografi kitabı bulunuyor. Filistin’in bağımsızlık mücadelesine destek veren Cemile en son olarak 8 Mart 2014’te Dünya Kadınlar Günü’nde dünyanın bir çok ülkesinden 80 kadınla birlikte Gazze ablukasına karşı başlatılan yürüyüşü organize etmişti.

Cezayir’de mütevazi bir hayat süren Cemile’nin adı hala ülkesinde yeni doğan kız çocuklarına özgürlükle özdeş verilen isimlerden.

Cezayir’de 1 Kasım 1954’te başlayan ayaklanma, Fransa’da iktidara gelen De Gaulle’ün (Dö Gol) 1962’de Evian Antlaşması’nı imzalayarak Cezayir’in bağımsızlığını tanımasıyla son buldu. Yeni kurulan devlet Cezayir Demokratik Halk Cumhuriyeti adını aldı.

Tarihi bilgilere göre Cezayir’in bağımsızlık mücadelesi verdiği dönemde nüfusu 8-10 milyon civarındaydı. Fransız işgal kuvvetleri ülkedeki nüfusun %15’ini (yaklaşık olarak 1,5 milyon) öldürmüştü. Bu ise her aileden en az bir kişinin hayatını kaybetmesi anlamına geliyordu.
görsel
görsel
görsel
görsel
görsel
görsel

akşamın şarkısı

https://www.youtube.com/watch?v=IPb60Xi8TG0

şarkılarda geçen muhteşem sözler

Fikrimin ince gülü
Kalbimin şen bulbülü
O gun ki gördüm seni,
Yaktın ah yaktın beni

Görduğüm günden beri,
Olmuşum inan deli
O gün ki gördüm seni,
Yaktın ah yaktın beni

Ateşli dudakların,
Gamzeli yanakların
O gün ki gördüm seni,
Yaktın ah yaktın ben..

karacaoğlan

Bir hikayem var, Karacaoğlan anısına. Bunca cümleyi hak eden ulu, yüce gönüllü aşığa selam olsun!

Rivayet odur ki vaktin birinde obalar Çukurova’ya indiğinde, sonbaharda yapılan, başka hiçbir mevsimde yapılmayan meşhur Türkmen düğünlerine rastladığı zamanda; bir gece vakti düğüne saz vurup, türkü söylemesi için davetli olur, zira o âşıktır. Âşıklar; o zamanlarda beylerden, padişahlardan daha kıymetli ve önemlidir, çokça hürmet görür.
Karaca’ya da o gece obadan ve Elif’ten ayrılmak ölüm gibi gelir, gitmek istemez ama aşıkların töresidir çağrılan düğünlere gitmek. Çağrılıp da bir düğüne gitmezse, o düğün sahibi bunu kendine yapılmış en büyük hakaret sayardı. Karacaoğlan istemeye istemeye düğüne varır. Alınır hemen baş köşeye, neşeli türkülerini çığırmaya başlar. Gece ilerledikçe içine de sıkıntı oturur, içi içini yemeye başlar.

O esnada obalarında, Elif’i çadırından çıkarken, oba beyinin yeğeni Halil aylardır peşinde olduğu Elif’e yalvar yakar yalvarır, baktı böyle olmuyor en sonunda senden bir şartla soğurum o da şudur “ bir gece varır senin yanında, sana dokunmadan yatarım. Sana yemin ederim ki elimi bile sürmem. Allah’a yemin ederim ki sürmem. Yeter ki yatakta bana senin kokun gelsin. O zaman senden soğur, vazgeçerim. Yoksa ölsem vazgeçemem. Benim elimde değil ki... Yüreğim vazgeçmez, yüreğimi kandıralım böylece, olur mu?”
Elif olmaz, yapma etme der. Sonrasında bakar dediklerinden fayda olmuyor, bu beladan kurtulmak için düşünür. Bana ne yapabilir, ileri giderse bağırırım, gitmezse varsın köpek gibi yatsın. Uyusun, sabahleyin de defolup gitsin, der ve ondan dokunmayacağına dair yemin ister.

Geceleyin yatağa girerler, Elif yatağında dört yana dönmekten, düşünmekten harap olur, acaba kötü mü yapıyordu, acaba karaca’ya Bunu söylemeli miydi? Çok çok kötü, elaleme rüsva olmak ya? Sıcak, sımsıcak terleri boncuk boncuk döküyordu. Bağırsa mı? Bağırmasa da kötü, Karaca’nın yatağına bir yabancı alıyordu. Soluk soluğa, saniyeler yüz yıllar sürüyordu.
Sonra oba beyinin yeğeni Halil arkasını döndü, Elif de rahat bir soluk aldı. Demek ki Halil’in dedikleri doğruydu. Artık ondan soğuyacaktı.

Bu sırada Karacaoğlan, Ceritlerin düğününde saz çalıp, en güzel türkülerden birini söylüyordu. Sazının üstüne yumulmuş, kederli, gamlı söylüyordu. Akşamdan beri pek neşeli türkü söylememişti. Düğün mü diyorlardı dinleyenler, yas yeri mi? Ama gene de candan dinliyorlardı. Düğünü unutmuşlar, Karacaoğlan’ın dünyasına koyulup gitmişlerdi.
Türkünün sonunda, bitirmiş bitirmemişti ki birden sazının teli koptu, çalmayı bırakıp dondu kaldı, ilkin ne yapacağını şaşırdı. Sonra ayağa kalkıp ağır ağır, yürüdü. Rüzgar gibi yola düştü.
Düğündekiler “ne oldu bu adama” dediler. “Hiç keyfi yoktu, dertliydi. Neden gitti ola?”
Bir yaşlı: “aşıkların bir Meclis’te sazlarının telinin kırılması uğursuzluktur. Bir hal vardır başında... Bir kötülük, Karacaoğlan da onun için gitti” dedi.
Kalabalık sustu.
işte rivayet ederler ki; Karacaoğlan’ın sazının teli kopunca, Karacaoğlan’ın da içinde ta derinden bir tel kopar. Ve Karacaoğlan, düğünden ayrılınca bu bir günlük yolu göz açıp kapayıncaya kadar geçer...

Karacaoğlan, çadırına geldiği zaman ala şafak atıyordu. Çadıra girdi, girdi ki ne görsün! Dünya başına fır döndü. Bir an durdu, düşündü. Karacaoğlan adam öldüremezdi ki... “En sonunda olacağı buydu” dedi kendi kendine. “bey kızları bey oğullarınındır”. Bu sırada Elif uyumamıştı, ala şafağın ışıkları yüzündeydi. Halil uyuyordu. Elif, Karacaoğlan’ı görünce tepesinden kızgın sular dökülmüşe döndü, gözlerini kapadı. Karacaoğlan ne yapacaktı, bekliyordu. Karaca hiçbir şey yapmadı. Yalnızca abasını sırtından çıkardı, usulca üstlerine örttü. Döndü yürüdü. Yel gibi düştü yollara, içinin ateşini yele vermişti. Serinlikten imdat umuyordu.

Elif, üstlerinde abayı görünce işi anladı. Karacaoğlan gidiyordu, bir daha gelmemek üzere gidiyordu. Kalktı, ardına düştü ama Karacaoğlan çok uzaklaşmıştı, yetişemedi. Soluk soluğa kaldı. Ardından bağırdı “Karaca! Karaca!” Koşuyor, soluğu tükeniyor, yere yuvarlanıyor, kalkıyor ve “Karaca!” diye bağırıyordu. Karaca gözden kayboldu, yitti gitti. Elif de düştüğü yerden kalkamadı. Doğan Güneş onu öylece bitmiş, kahrolmuş, yolun tozları içinde toza bulanmış ve yatar buldu. Elif az sonra azıcık kendine geldi. Bir türkü dönüyordu kafasında; renkli, aydınlık, güneşli, mutlu günlerinin aşk türküsü... Dünya türküye kesmişti. Türkü, güneş, yeşil, mavi, dört bir yanında çağlıyordu. Eski aşk günleri çağlıyordu...

Gün kuşluk olunca Elif ayağa kalktı, karacaoğlan’ın başını alıp gittiği uzun, uçsuz bucaksız yola gözlerini dikti. Öğle oluncaya kadar orada öyle taş kesilmiş, dikili kaldı. Taş kesildi. Yalnız, kimsesiz yol, bomboş uzayıp gidiyordu. Sonra kımıldadı, ayaklarını sürüyerek obaya döndü. Deli Hüseyin’in karısı her sabah Elif’i çadırında yoklardı. Bugün de yoklamış kimseyi bulamamış. Hüseyin’e haber vermiş; Hüseyin, Elif’i aramış taramış bulamamış deliye dönmüştü. Bey evde yoktu. Beyin hanımının kulağına kadar gitti iş. Beyin hanımı şaşırdı. Derken elif ikindiüstü geldi ovaya. Çadırına gitti, kendini yatağına dar attı. Kendinden geçti, Hüseyin başucunda dört dönüyordu. Beyin hatunu başında dört dönüyordu. Yüzüne su döküp ayılttılar, hatun Elif’e sebebi sordu. Önce, yine anlatmak istemedi Elif. Hatun herkesi içerden çıkardı. Onunla başbaşa kaldı. Elif sonra Hatun’un ısrarına dayanamadı. Olanı biteni başından sonuna kadar bir bir anlattı. hatun Yıldırımla vurulmuşa döndü. Bir misafire, bir hak aşığına, bir sığıntıya bu yapılır mıydı kan tepesine sıçradı. O hızla Halil’i aramaya başladı. eve vardı. Eline çamaşır tokacını aldı, pınarın başında Halil’i gördü. Halil onu görünce yılışık yılışık gülümsemeye başladı. Hatun hışım gibiydi. Halil’in yanına yaklaştı, ona hiçbir şey demeden, sormadan tokacı tam başına yapıştırdı. Gözü dönmüştü vurdukça vuruyordu. Kendine geldiğinde Halil yere yıkılmış can çekişiyordu. Onu böyle gördü, başında durdu baktı. Halil son soluğunu da verdi.
Kızgınlıkla “ iyi ettim, iyi oldu bey bana ne yaparsa yapsın isterse öldürsün, isterse kovsun”

Bey yakındaki bir obadaydı, Halil’in ölüm haberi Bey’e gitti, Bey atına atladı. Hatun onu yolda karşıladı. Bey, Hatun’un yüzüne bakmadı bile, doğru çadıra gitti. Hatun hışımla ardından gitti. “ister kov, ister öldür dedi. Meseleyi anlatmaya başladı. bey Halil’in yaptıklarını duydukça çileden çıktı. Meseleyi bütün oba biliyordu. Onlar da anlattılar. Bey iyice dinledikten sonra “Gidin” dedi. “Gidin de leşini köpeklere atın onun, böyle bir adamın ölüsünü toprak kabul etmez”
Bu olaydan sonra kız iyice yıpranmış yataklara düşmüştü ve bey onu teselli etti. Deli Hüseyin’i çağırttı, adamlarını çağırttı. “Gidin” dedi “Karacaoğlan kuşun kanadının altındaysa da bulun... Bulun, bulmadan gelmeyin.”

Karaca yürüyordu. bir dağa geldi, bir mağaranın önündeki bir taşın üstüne oturdu. Dertlenmişti, içi kan ağlıyordu söylemese ölecekti. Sazını çekti, çalmasa kahrından buracıkta çatlayacaktı. uzun uzun bir inilti, bir uğultu halinde söyledi

Yıllar yıllar geçti, Karacaoğlan’dan bir haber çıkmadı. Bir haber geliyor, Antep ilinde saz çalıyor, bir haber geliyor, Erzurum yaylasında Akkoyunluların içinde. Bir haber geliyor, Arabistan’a geçmiş, Hama’da saz çalarken görünmüş. bey nereden bir haber, bir karacaoğlan lafı duyarsa oraya bir atlı uçuruyordu. Her giden atlı eli boş dönüyordu. ama karacaoğlan nerede olursa olsun, yeni yeni türküleri dillerde dolaşıyordu. Obalar tüm karacaoğlan türküleri söylüyorlardı. karacaoğlan havaları bütün eski türküleri unutturmuştu.
Bey, Elif’e geliyor “buldurmadan ölürsem karacaoğlan’ı gözüm açık gider diyordu” bulduramadan öldü. bey ölünce elif babasının evine gitmedi. Babasının yüzünü bir daha görmedi. Bey ölünce obası dağıldı. çocuğu yoktu. Elif kaldı tek başına, arada sırada ona Hüseyin’in çocukları geliyordu...

Elif, çadırlarının yerine bir toprak dam yaptırdı. Karacaoğlanla burada yatıp kalkmıştı, burada sevişmişlerdi. buradan ayrılmadı. Mıstık Ağa geldi o da Elif’in damının yanına bir dam yaptırdı. Devir dönmüş, dünya değişmiş töreler kalkıyordu yavaş yavaş. Aşiretler kışlıklarını yurt tutuyorlardı. Mıstık Ağa o kadar yaşlanmıştı ki gözü görmüyordu. Ama, bu haliyle gene işi bırakmıyordu Tahtalar işliyor, defter kakıyordu... belki daha da güzel oluyordu. bu evlerin yanına başka evler de yapıldı. Küçücük bir köy oldu burası. Elif’in saçları ağırmış süt beyaz olmuştu. Zaten, Karacaoğlan kaybolduktan sonra iki yıl sonra saçları ağarmıştı...

Elif, obasına her gelene, her gidene Karacaoğlan’ı ölene dek sorar oldu. “Gittiğin yerlerde hiç onu görmedin mi? Görürsen de ki, Elif’in eli ayağı tutmaz olmuş. Bir ayağı çukurda de, Bugün değilse de yarın de. Dünya gözüyle onu bir kere göreyim, dedi de. Başka bir şey söyleme. inadın sırası geçti diyor de… Gelsin diyor de. Kullar olayım....

En son bir zaman bir çerçiye rastladı. Çerçiye aynı ahvalini anlattı. Çerçi iyi adamdı, halden anlardı. işini gücünü bıraktı Karacaoğlan’ı aramaya çıktı. Günlerce gitti, sordu soruşturdu en sonunda onu, bir derimevinde saz çalarken buldu. O kadar çok insan birikmişti ki başına, kıyamet...

Çerçi kalabalığı yardı, Karacaoğlan’ın yanına vardı, türküsünü yarıda kesti. kalabalık buna kızdı, Elif’in dediklerini ona bir bir anlattı.
Çabuk ol” dedi.” Ya yetişirsin ya yetişemezsin”
Karacaoğlan’ın sazı elinden düşüverdi... yaşlanmış, çökmüştü. Beli bükülmüştü. sakalları bembeyazdı, kirpikleri gür, bembeyazdı. sendeleyerek ayağa kalktı “beni götür kardaş” dedi ağlıyordu...
kalabalık kımıldamadı...
Çerçi onu atına bindirdi. Karacaoğlan bir an önce yetişmek için can atıyordu fakat öndeki yaşlı çerçi ancak bu kadar yürüyebiliyordu. Yolculukları bir ay kadar sürdü, düşe kalka...
uzun sözün kısası bir ay sonra, Elif‘in köyüne geldiler. geldiklerini duyunca bütün köy başlarına birikmişti. Karacaoğlan kalabalığın içinde Elif’i aradı, hemen tanıyacağından emindi. Araştırdı araştırdı bulamadı.
Bir ikindi üstüydü. kalabalık susmuş, konuşmuyordu. Çıt çıkmıyordu...
Karacaoğlan attan indi, düşer gibi iki delikanlı koluna girdi.
Durdu: “nerede” diye sordu “evinde mi?”
kalabalık donmuştu. Çıt çıkmıyordu. Öyle bir sessizlik Çöktü ki ortaya, arının kanadının sesi duyulur.
“Nerede” diye tekrar sordu. sesinden akıbeti anladığı belliydi.
“Yoksa yetişemedim mi?”
Bir yaşlı, mezarlığı gösterdi. “işte orada” sonra elinden tuttu, Karacaoğlan’ı mezara götürdü “işte bu” dedi. Mezar tazeydi, mezarın başucuna bir dut fidanı dikmişlerdi.
Hiçbir şey söylemedi mezarın yanına çöktü, sazını çekti” Nefesim Nefesine” türküsünü söylemeye başladı.

“Yatar gül harmanı gibi
Canımın dermanı gibi
Her yanında çiçek açmış
Binboğa Ormanı gibi

Nesine Yar Nesine
Ölürüm ben Sesine
Bir daha vursa idi
Nefesim nefesine

Canım sese mi geldin
Kadem basa mı geldin
Sağ olsam gelmez idin,
Öldüm yasa mı geldin

Nesine Yar Nesine
Ölürüm ben Sesine
Bir daha vursa idi
Nefesim nefesine

Saçın Yüzüme perde
Yüreğim düştü derde
Ayak üstü duramam
Seni gördüğüm yerde

Nesine Yar Nesine
Ölürüm ben Sesine
Bir daha vursa idi
Nefesim nefesine“

Sonra bitmiş, ölümden beter sallanarak ayağa kalktı. sazını o dut fidanına astı.
başında bekleyen adama: “bu saz burada kıyamete kadar kalacak” dedi, oradan ayrıldı. Adam, Karacaoğlan’ın ne demek istediğini anlamıştı.

Aradan yıllar geçti, o saz orada asılı kaldı. Rüzgârla öttü. Saz eskidi, çürüdü. yenisini taktılar. Dut yıkıldı, yeni bir dut fidanı dikip sazı astılar. O gün bugündür, saz dut ağacında yelle öter durur...

https://youtu.be/HI-eylzqjJk

9 yaşındaki tezgahçı çocuğun boğazını sıkan zabıta

bugüne kadar tüm devletlerin değişik coğrafyalarda insanlara yaşattığı bütün baskı, zulüm, şiddet, gasp, haraç, ayrımcılık, kan, ter, gözyaşı hepsi karın tokluğuna ve korkuya sığınılarak sineye çekildi. bu piramidi inşa eden işçilerde de böyleydi, postmodern dediğimiz bugün de böyle ve böyle olmaya da devam edecek.

kendini devlet sanan sikko bi zabıta bir çocuğun boğazına yapışacak. o el aslında boğazlarımızdan hiç çekilmedi. tarihin her döneminde devlet tahakkümü insani özgürlüklerin yüzüne her ikazında bir tokat olarak belirdi.

insanın yaradılışından gelen bu tahakküm kırılmadıkça, siyah bayrakları ve gaz maskelerini takıp sadece bir yerde değil bütün merkezlerde devlet sistemini yok etmedikçe de en fazla bir iki sallanıp o tahakkümlerini tekrar sağlayacaklar. zira bunu yaparken de dün yüzüne tokat yiyenlere bu sefer tokat atma imkanını vererek yapacaklar.

zulüm emredilen, bütün bu mekanizmanın mevcut bilincini algılamayıp, kendine verilen emri karın tokluğuna uygulamaya devam ettiği müddetçe birey üzerinde bu tahakküm sürecek fakat belki ben görmeyeceğim ama o siyah bayraklar bir gün çekilecek ve o kutlu önder yürüyecek.

günün şarkısı

charles aznavour- Je t'attends

Günlerim geçer, geceler ağlar ve ağlar zaman
Aklım kararır ve ölür ölünce zaman
Şu ölü ve öyle pişman olduğum zaman
Neşesiz duraksar hayatım zira
Ve beklerim seni

Soluduğum havayı ve baharı beklerim
Kahkahalarımı ve yirmili yaşlarımı beklerim
Sakin deniz ve fırtınalarımı da aynı zamanda
Neşesiz duraksar hayatım zira
Ve beklerim seni

Seni bekliyorum
Geç kalma gel
Nerden gelsen, kim olsan da
Gel kısadır zaman

Seni bekliyorum
Bilinmeyen düşüm seni
Nedir adın, nedir amacın?
Benimki aşk

Günlerim değişsin ve sayende her an
Hayatım gerçekten şekillensin diye
Boşluk canımı sıktığı için, kanımla
Bir ressam gibi seni yaratır
Ve beklerim seni

Parmaklarım minik dokunuşlarla dişlerini yapar
Ağzını kıtırdatarak çılgınca yemeden önce
Acıdan başka bir şey bırakmaz bu rüyalar bana ama
Çünkü kaygımla sürüklenir
Ve beklerim seni

Seni bekliyorum
Geç kalma gel
Nerden gelsen, kim olsan da
Gel kısadır zaman

Seni bekliyorum
Bilinmeyen düşüm seni
Nedir adın, nedir amacın?
Benimki aşk

https://www.youtube.com/watch?v=16snf9lfJhA

günün şarkısı

julio iglesias -Je n'ai pas changé

hoş,güzel ve harika bir parça.

https://www.youtube.com/watch?v=2i0WvE0TZx4

aşk nasıl bir şey

Böyle bir şey galiba,
görsel

günün ilk şarkısı

https://www.youtube.com/watch?v=g1_Z3uTa3tQ

günaydın.

ruh halini anlatan şarkı

https://m.youtube.com/watch?v=5ueJ4-lTa1s

ruh halini anlatan şarkı

https://youtu.be/l1JECVT1jWI

The white buffalo ı am the light.